29 Ekim 2022 – Sincan Cezaevi
İkinci “hapishane günlükleri” başlıyor. Hazır mısınız? Yayına katılıp görüşlerimi paylaştıktan sonra başlatılan linç kampanyası ancak 26 Ekim sabahı meyvesini verdi. Oysa 19 Ekim sonrasında 23 Ekim’de dönüşüme dek, yükselen dalganın uçakta ya da inişimde beni alıp götüreceğini düşünmüştüm. Öyle olmadı. İyi ki de olmadı, yoksa çıkışta beni ışıl ışıl gözleriyle, elinde rengarenk çiçekleriyle bekleyen dostlarımı görememiş, her birine tek tek sarılamamış olacaktım. Linç kampanyası boyunca kaygılarının arttığını biliyordum. Bu lincin değişik ölçülerde üzerime salınmasına, insan hakları mücadelesi içindeki tüm dostlarıma her fırsatta yüklenilmesine alışık olduğumdan, olduğumuzdan kişiselleştirmesem de, farklı alanlardan dostlarımın kaygılarını anlayabiliyorum. Kaygılar zaman zaman kızgınlığımıza karışsa da, pazartesi ve salı sabahlarında beklediklerim, daha fazla gecikmeden çarşamba sabahı 6.30’u geçirmediler. Kalabalık bir ekiple gelmişlerdi. Hep derim, bir gün bizler başka bir dünya kurmayı başardığımızda, arşivlerden çıkacak kayıtların bize yeniden hatırlattığı hikayelerimizin dökümü olacak diye; bir kayıt daha düşmek üzere kameraları kayıttaydı. Çok nazik ve saygılıydılar. Galoşları giyip, eldivenleri takarak, arama emrini gösterdiler. Kedilerimiz ürküp kaçmasın diye hepsi girene kadar bekledik. Ergenlik yıllarından beri bildiğim üst kat komşumuzu ve her zaman bizi kollamayı kendisine ödev edinmiş apartman görevlimizi tanık olarak çağırmışlardı. Onlar mahmur ve mahzun gözlerle geldiklerinde, ne iyi ki bir süreliğine bana eşlik etmeye gelmiş biriciğim Kardelen’imle biz sakin ve nihayet beklentisi karşılanmış olmanın rahatlığıyla olacakları izlemeye başlamıştık. Bilen dostlar bilir, ana kız ve kızım sayesinde edinilmiş oğlumla bizler iflah olmaz toplayıcı biriktirici türdeniz. Bizlerin yaşadığı yeri aramak hiç kolay değildir. Onlar adına içim cız etti. Onca biriktirdiğimizi hiç dağıtmadan arayabilmelerine ise şapka çıkardım.
Elbette kendilerince en kıymetli olacak ve beni kamuoyunda kriminalize etmeye yarayacak iki detayı bulmakta gecikmediler. Biri Beyan Matur’un “Dağın Ardına Bakmak” isimli kitabı, diğeri ise babam öldüğünde miras kalıp, karakola tutanakla teslim ettiğim silahının, annem öldükten sonra evi boşaltırken bulduğum bir kutu 9 mm’lik dolu mermisi ile nereden geldiğini hatırlayamadığımız 2 tane 7.62’lik MKE yapısı dolu mermi onları pek sevindirmişti. Sonrasında canım avukatlarımın aktardıklarından öğrendim. Gazeteci dostlarımız da; bu “örgütsel materyal” olarak tutanaklarına geçen, savcılık sorgusu sonrası dava belgesine de suçumun kanıtı olarak yerleştirilen D&R’da satılan kitabın ve mermilerin çekim kalitelerini, yandaş medyada başarılı bir kurguyla sunulmasını takdirle karşıladıklarını avukatlarımıza iletmişler. Görünürde ciddi bir ayrımcılıkla gösterdikleri nezaketin kriminalize etme konusunda gösterdikleri telaşın örtbas edilmesi çabasından kaynaklandığını da böylece anlamış olduk. Bana karşı tutumları, nezaketi hiç elden bırakmamaları, saygılı davranışları uluslararası kayıtlara, kriminalize etme davranışı yandaş medya aracılığıyla memleket sathına yönelikti. Nezaketli tutumları için ayrımcılık ifadesini kendilerine de ilettim, özellikle ziyarete gelmelerinden hemen önceki gün gazetecilerin pozisyonel işkence görüntülerinin servis edildiği koşullarda bana bambaşka bir tavır sergilemeleri gözümüzden kaçmayacaktı.
Ankara’dan beni götürmek için gelen ekibin de katılımıyla epeyce bir kalabalık olmuştuk. Arama tamamlanıp, telefonuma ve bilgisayarımla hard diskime, bozuldukça atamadan sakladığım sayısız bellek çubuklarına el koyduktan sonra önce İskele Karakoluna gidip 6136 sayılı Ateşli Silahlar Kanunu’na muhalefetten ifademizi verdik, ardından da Ankara yoluna düştük. Öğle saatlerinde çıktığımız İstanbul’dan Ankara’ya ulaştığımızda yanımdaki memurlardan birinin okula yeni başlamış çocuğunun ilk gösterisine yetişip yetişemeyeceği kaygısını kendisi bilmese de yürekten paylaştım. Umarım yetişebilmiştir, ne kadar önemli olduğunu bilirim. Yakışıklı arşiv fotoğraflarım çekilirken bana Halime diye seslenince de kahkahayı koyverdim.
Neşeli bir sabıkalı fotoğrafım var artık emniyet arşivlerinde. Terörle Mücadele Şubesine gittiğimizde beni kabul edebilmeleri için muayene edilmem gerekiyordu elbette. İstanbul’dan çıkmadan önce de Haydarpaşa Numune Hastanesinde gözaltı giriş muayenemi olmuştum zaten. Siz muayene dediğime bakmayın. “Darp, cebir var mı?” sorusuna “yok” dediğim bir karşılaşma anından ibaret tümü. Hiçbir aşamada kelepçe takılmadı ama kelepçeli olsam çıkartmaya yelteneceğini de sanmam. Ne de olsa evinden “örgütsel materyal(!)” çıkmış tehlikeli bir “terörist” var karşısında. Sağlıkta bunca ağır yaşanan şiddetin kimin işine yaradığı da anlaşılıyor böylece. Bunca kullanışlı bir duruma müdahale edip de neden önlesinler ki, öyle değil mi? TEM Şubede ise her şeyi düşünmüşlerdi. HNH’deki genç meslektaşım yerine bu kez karşımda yaşı benim kadar olmasa da bana yakın bir meslektaşım vardı. Yorulmayayım diye hiçbir fedakarlıktan kaçınmayıp meslektaşımı ayağıma getirmişlerdi! Bir mahcubiyet yaşamadım değil, kendi adıma mı, onun adına mı varın siz düşünün. Bütün bu “usul/en güvenceler” yerine getirildikten sonra nezarethanedeki hücreme yerleştirildim. Bir “ohhh” çekmedim desem, yalan olur. Eve ziyarete gelmelerinden önceki gece merkez konsey olarak toplanmış, TTB’ye de yönelen linç ve saldırgan tutum konusunda ne yapacağımızı 01.00’e kadar konuşmuştuk. Sabah 6.30’da da kapı çalınıp, sonrasında İstanbul-Ankara arasını kara yoluyla katedince, ister istemez yorgun düşmüştüm. İnce bir kat sünger üzeri sentetik deri ile kaplı döşek, başımın altına koyduğum battaniye nerelerden geçmiş düşünemeden uyumuşum. Bir ara rüyamda gibi yemeğe çağrıldığımı, yemeği alıp, hücremde yedikten sonra yeniden o deliksiz uykuma döndüğümü biliyorum. Yoldayken canım dostum Ümit’in koşup aldığı kaşarlı sandviçi yemiştim, molada sağ olsunlar bana da çay ikram etmişlerdi. Anlayacağınız karnım tok, sırtım pekti. Öyle zannediyordum o zaman, cezaevine geldiğimde sırtımın çok da pek olmadığını sonradan anladım.
İlerleyen saatlerde avukatlarımızın gelişiyle uykuma ara verip sorguya geçtik. Hayır, susma hakkımı kullanmadım. Neden Medya Haber’e çıktığımı merak ediyorlardı. Anlattım ama anlatabildiğimi sanmıyorum. İnsan hakları mücadelesinden gelen dostlar dışında anlaşılmasının zor olduğunu biliyorum. Genel anlayışa göre; terör destekçisi olduğu belirtilen bir yayın organına çıkmak elbette suçtu. Bizlere göre toplumun haber alma hakkı, tüm yayın organlarının şiddet övgüsü ve nefret içermeyen ifade özgürlüğü hakkı vardı. Ben de ağır insan hakları ihlalleri, işkence alanında yıllarını vermiş bir adli tıp uzmanı kimliğiyle, bir insan hakları savunucusu olarak; iddia edilen bir hak ihlali üzerine ne düşündüğümü, kimin sorduğuna, kimliğine bakmaksızın söyleminin, insan hakları mücadelesi yürüten bir insan olarak sorumluluğum, insan olmaktan gelen ödevim olduğunu düşünürüm. Ona uygun da bir tutum aldım. Elbette 5.45’te götürüldüğüm adliyedeki savcıya da anlatamadım. Tutuklama talebini dile getirdiği yazısında anlatmayı başaramadığımı bir kez daha gördüm. Ne TEM’dekiler, ne de savcılıkta kimse sözümü kesmedi, ne söyledimse yazdılar ama heyhat… İlginç olan savcının adli tıp bildiğini ifade etmesiydi. Demek ki, maalesef artık hukuk fakültelerinin çoğunda seçmeli ders olan adli tıbbı seçmişti. Ancak hayatını hâlâ adli tıp öğrenme çabası içinde geçiren, öğrenirken Amerika’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya dünyanın dört bir köşesinde öğrendiklerini öğretmeye çalışan adli tıp profesörü olmuş bir hekime adli tıp bildiğini söylemesi gülümsetti beni. Ardı ardına açıklamalar yapan ve hemen istifa etmemi isteyen bazı tabip odalarından birinin yöneticisi de, adli tıp uzmanı olarak görüşümü bilimsel bulmamış, bir genç pratisyen hekim arkadaşımız da bu “bilim dışı” görüşümü “kanıtlarıyla” çürütmüştü. Kaynaklarıyla bir değerlendirme hazırlığına girişmiştim ama tamamlayamadan gözaltına alınıp tutuklandığım için şimdilik yanıtlayamadım, ancak beklerlerse öncelikli işlerimden biri burada bu koşullarda da olsa, bu değerlendirmeyi paylaşmak olacak.
Sonunda mahkemeye alındık. Tabii ki tüm dostlar kalkanlarıyla hazır bekletilen, yüzlerinden beni düşman belledikleri her haliyle belli çevik kuvvet ardındaydı. Ortalarında ben, beni zarafetle koruyan gencecik, güzel mi güzel ve işini hakkıyla ve olanca nezaketiyle yapan kadın polis memuru olmak üzere kararı bekledik.
Neyi çelişkili bulduğunu anlamadığım ve bu “çelişkileri” esas alan bir kararla tutuklandım beklendiği üzere. Elbette kaçma şüphesini unutmayalım. Üç gün önce tüm linç kampanyası ve gereğini yapmak üzere görev tevdi edenlere bakmadan yurt dışından dönmüş olmam bu kaçma şüphesini zerre ortadan kaldırmıyordu. İnanılmaz bir koruma kalkanıyla apar topar araca götürülürken polis ordusunun arasından zıplayarak kendisini göstermeye çalışan tüm o dostların arasında görebildiğim bir tek canım Meltem’in hep hayran olduğum kızıl kahve kıvırcık saçlarının çevirdiği gülen yüzü oldu ama biliyorum, tüm dostlarım, yol arkadaşlarım oradaydı. Sonradan öğrendim ki canım Selma’cığım da dahil, aralarından bazıları Ankara Adliyesi önünde bir de gözaltına alınmışlardı. Dost milletvekilleri bu ablukayı başından beri yarabilmiş, hep yanı başımda beklemişlerdi. Hatta tutuklama kararı çıkınca ihtiyacım olanı öğrenip koşarak alıp yetiştiren sevgili meslektaşım Ali Şeker’e buradan bir teşekkür ileteyim. Boyunun avantajından yararlanıp yetiştirdikleri içimi ısıtıyor, bilmesini isterim.
Beni Sincan’a yolcu ederken, sonrasında tüm yol ve mücadele arkadaşlarımın, canımın içi dostlarımın, tanımasam da pek çok insanın, biriciğim kızımla oğlumun üzüldüklerini biliyorum ama üzülmesinler. Canım Kardelen’im onca yıl paylaştığımız hayatımızda bilir ki, uyum yeteneğim sonsuzdur. Her yerde rahat ederim, huzurla yaşarım. Yeter ki benim için üzülmesinler, mücadele de bitmesin.
*Editör notu:* * Yazarımız bu yazıyı tek parça şeklinde kaleme almıştır. Ancak basılı gazetenin fiziki sınırları nedeniyle yazıyı iç bütünlüğü olan iki bölüm şeklinde yayımlıyoruz. Yazının devamıyarın yayımlanacaktır.*
2. Hapishane Günlükleri – 1* (İkinci bölüm)
2. Hapishane Günlükleri – 1* (Birinci bölüm) – Şebnem Korur Fincancı